Kelime-i Tayyibe ve Şecere-i Tayyibe Ayeti
“Kelime-i Tayyibe ve Şecere-i Tayyibe Ayeti”:
“Görmedin mi Allah(cc) nasıl bir misal getirdi? Hoş bir kelime (Kelime-i Tayyibe), kökü sabit ve dalı semada olan hoş bir ağaca (Şecere-i Tayyibe) benzer. Ki o, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir durur. Olur ki, onlar çok iyi düşünüp ibret alırlar!...” [İbrahim(14): 24-25] ayet-i kerimesinde geçen Kelime-i Tayyibe ve Şecere-i Tayyibe‘nin çok geniş ve şümullü anlamlarının bir tecellisinin de Ehl-i Beyt olduğu açıktır. Varlık anlamına da gelen kelime, pak-temiz ve hoş (tayyib) olan Şecere-i Muhammedîye‘nin dal ve budaklarının ürünleri olduğu gibi, bizzat o ağacı da temsil etmektedir[1].
“Biz Ehl-i Beyt; nübüvvet ağacı ve risalet madeniyiz!… ” hadis-i şerifi de, bunu açıkça natık bulunmaktadır…[2]
[1] Kelime; çok geniş ve şümullü anlamı olan bir kelimedir. Ki; a-) İnsan (yani, vücûd) anlamındadır.. “Hani melekler dedi ki; ‘Meryem! Doğrusu Allah, kendinden bir ‘kelime’yi sana müjdelemektedir. O’nun adı Meryem oğlu İsa ‘Mesih’dir. O, dünyada da ahirette de itibara sahiptir ve (Allah’a) ‘mukarrebin’ olanlardandır.” [Al-i İmran(3): 45]; “… Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın Resulü ve ‘kelimesi’dir. Onu Meryem’e yöneltmiştir ve O’ndan (Allah’tan) bir ruh’tur…” [Nisa(4): 171];…
Burada O’ndan bir ruhtur ta’biri, insanın asıl mahiyeti olan İlâhi hakikatı’na dikkat çekmektedir. “… Biz ona kendi ruhumuzdan nefh ettik; onu ve oğlunu âlemlere bir ayet kıldık!” (Enbiya: 91); “Ona bir biçim verdiğimde ve ona ‘kendi ruhum’dan nefh ettiğimde, hemen ona secde edip kapanın! (dedim!).” [Hicr(15): 29]; İlaahir… ayetlerinde geçtiği gibi… b-) iş ve fiil anlamındadır. “Hani, Rabbi İbrahim’i bir takım kelimelerle ibtila etmişti de o, bunları tam olarak yerine getirmişti…” [Bakara(2): 124] (Ateşe atılma, oğlunu kurban etme ve sünnet olma.. gibi fiiller, kelimeler diye ifade edilmiş bulunmaktadır.); c-) Söz-kavl ve konuşma anlamındadır.. “… Ağızlarından çıkan kelime ne kadar da büyük!…” [Kehf[18): 5];… (Zaten, diğer anlamlar da bu üç temel anlam ve unsurdan teferru etmiş olur. Zat-ı uluhiyetin kâinatta carî olan, tecellisi olan bu üç unsur, bütün eczası ve efradıyla, Allah-u Teâla (cc)’nın kelam-ı İlâhîyesi‘nin sadece Kün (ol!) sözüdür, o sözün tezahürüdür. Örneğin; “Muhakkak ki O, bir şey dilediği zaman, O’nun emri (şe’ni), ona yalnızca ol! demesidir; o da hemen oluverir!” [Yasin(36): 82];…Buradaki emr, iş ve söz anlamlarını kapsamaktadır. Ki; mezkûr ayeti, “..O’nun işi sadece ona ol! demektir!” veya, “… O’nun sözü (diyeceği) sadece ol! demektir” tarzında manalandırmak da, yanlış olmamış olur…
Şu halde; ‘vücûd – varlık – eşya’, ‘amel -fiil – sıfat – vasıf-huy..‘, ‘beyan – ifade – söz – lafız – ses – harf.‘ olarak üç temel kategoriden oluşan tüm mahlukat ve kâinat, Allah-u Teâla (cc)’nın sadece bir emr (iş ve söz’ünden, yani şe’n)’inden ibarettir ki, bu; Ol! sözcüğü ile ifade edilmektedir. Bu Ol! sözcüğü ve zerreciği işte bütün kâinatın ve mükevvenatın nüvesi ve kaynağıdır. Onun için, ‘Tüm kâinat, Allah’ın azameti yanında bir zerre hükmündedir!’ kelamı ve hükmü vird-i zeban haline gelmiş bulunmaktadır. Bununla; vahid-i ehad olan Allah-u Teâla (cc), tek kelimesi (ol! demesi) ile, görülen-görülmeyen tüm âlemleri ve mahlukatı halk etmiş böylece (mütedahilen) vahdette kesret.. İlâhî cilvesini göstermiştir. Tüm mahlukat (ki, üç temel unsurdan oluşmaktadır: Vücûd-varlık..; amel-fiil-sıfat..; lafız-beyan-söz..) dahi tek sözcükte, yani kelimede, yani Ol!‘da tecemmu’ ve temerküz etmiştir; yani, yaratılmış (ceset ve ruhtan oluşan) bir insan, bir kelimedir: (Al-i İmran: 45; Nisa: 171) O’nun her işi ve fiili-ameli keza kelimedir: (Bakara: 124); Ve ağzından çıkan her söz yine bir kelimedir: (Kehf: 5).. Demek; bütün mahlukat (ki, kesrettir), bir kelimede (ki, o da vahiddir.) birleşmiştir. (Yani, geldiği-türediği asla rücu etmiştir). Kelime ise zaten vahid-i ehad‘ın kelam sıfat-ı İlâhîyye’sinin bir lem’acığıdır. Ki; bu takdirde de kesrette vahdet İlâhî tecellisi zuhur etmektedir..; ve hakeza…
Mezkûr üç temel kategoriden teferru eden bir çok anlamları muhtevî bulunan kelime lafzı; Din-i İslam manasına da (Kur’an-ı Kerim’de) kullanılmıştır. Örneğin;
“…Bugün size dininizi ‘kemale’ erdirdim; üzerinizdeki ni’metimi tamamladım ve size din olarak ‘İslam’ı seçip-beğendim…” [Maide(5): 3]‘te geçen, tamamladım ile din ve İslam kasdedilmekte olduğu ma’lumdur. Ki: “Rabbinin ‘kelimesi’ sıdk ile ve adalet ile tamamdır…” (En’am: 115) ayetinde geçen tamamdır ifadesiyle de kelime, yani Rabbin kelimesi kasdedilmiş bulunmaktadır. Ve bu da, Allah’ın Dini ve İslam anlamındadır. Mütevâtiren gelmiş bulunan hadis-i şeriflerde de kelimetullah’ın yüceltilmesi için cihad emredilmektedir. (Örnek olarak, bkz.: Terğib: 3/184). Ki, buradaki kelimetullah, kesinkes Allah’ın dini ve yolu olan İslam anlamındadır…
“Derken Âdem, Rabbinden bir takım ‘kelimeler’ aldı; (Alllah da) bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, Rahim’dir O!..” [Bakara(2): 37] ayet-i kerimesinde geçen kelime; hidayete götürücü ilim-irfan anlamındadır…
“Ve bunu, belki insanlar (tevhide) dönerler diye kendi ardından geleceklere bir ‘kelime-i bakîye’ olarak bıraktı!.. [Zuhruf(43): 28]‘de ise; kelime; tevhidî- nebevî bir mektep-ekol ve çizgi anlamındadır…
“…Böylece Allah onun üzerine ‘sekinet’ indirmişti. Ve onu, sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, küfürde olanların ‘kelimesini’ alçaltmıştır. Oysa, Allah’ın ‘kelimesi’ ise, yüce olandır. Muhakkak ki Allah, Aziz’dir, Hakim’dir.” (Tevbe: 40) Ayet-i kerimesinde geçen ilk kelime ideoloji, son kelime ise, kezâ tevhidî mektep ve Kur’anî çizgi gibi.. anlamları ihtiva etmektedir…
“…Oysa, onlardan bir bölümü, Allah’ın ‘kelamını’ işitiyor, akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı!” [Bakara(2): 75] ayetinde geçen kelam, ise sadece sem’ (işitme) yoluyla duyulan İlâhî vahiy (Kitabullah) anlamındadır…
“Eğer müşriklerden biri, senden ‘aman’ isterse, ona aman ver; ta ki, ‘Allah’ın kelamını’ dinlemiş olsun!.. Sonra onu, güvenlik içinde olacağı yere ulaştır… ” (Tevbe: 6) Ayetinde geçen kelamın da, haliyle İlâhî vahiy olan Kur’an-ı Kerim olduğu açıkça anlaşılmaktadır..
Lügat alimlerinin kelime ve kelam arasındaki farkla alâkalı verdikleri ma’lumatı özetlersek, anlattığımız ve ilave edeceğimiz mesailin anlamı daha iyi anlaşılmış olacaktır:
Kelime; ‘hem görme, hem de işitme yoluyla, gerek ayrı ayrı ve gerekse beraber-birlikte hissedilen tesirdir’. Kelam ise; ‘sadece işitme yoluyla idrak olunan tekellümdür.’ Kelime; nahivde, isim, fiil ve edatın herbirine ıtlak edilir. Kelam ise; elfaz-ı manzumeye ve düzenli cümlelere ıtlak olunur; mürekkeb olan ve bizzat maksud olan bir cümle ve bir konuşmadır. Ve; kendi cüz’ü olan isim, fiil ve edat için isti’mali yok denecek kadar az ve enderdir. Onun için, kelam, kelimeden daha ehassdır. Yani; her kelime kelam değildir ama her kelam bir kelimedir.
Hem kelime; sadece isim, fiil ve edat ile sınırlı değildir. Ta’bir caiz ise, sınırsız bir anlamı vardır. Mesela; bir kitap, bir kelam, bir kaside, kavlî ve fiilî bir hüküm ve kaziye.. vesaire birer kelime oldukları gibi görülen ve duyulan varlıkların, unsurların ve etkilerin tümü (ay, güneş, su, hava, insan, kitap, defter, kalem, çekirdek, toz zerreciği vesaire..) gerek ayrı ayrı, gerekse hep birlikte olsun, hepsi kelimedir..; Ve hâkezâ… (Yaklaşık olarak, bakınız; Lisan’ul-Arab: 12/522-525; El-Müfredat: 660-662; El-Mu’cem’ul-Vesit: 1-2/802; El-Müncid: 695);…
“De ki: Ey insanlar! Ben, Allah’ın sizin hepinize gönderdiği Resulü’yüm. Ki, göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur; O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Öyle ise, Allah’a ve O’nun ümmî Resulü’ne iman edin. O da, Allah’a ve O’nun ‘kelimelerine’ inanmaktır. Ve O’na tabi olun ki, hidayete ermiş olasınız!.” [A’raf(7): 158] Ayet-i kerimesinde geçen kelimeler, İlâhî kelam olan Kur’an-ı Kerim’dir. Ki o, tek tek, ayet ayet birer kelimeler (ve nurlar) mecmâı olduğu gibi, topyekün (kitap) olarak da tek bir kelime ve İlâhî bir nurdur… (Her kelamın, kelimeden mâ’dud olup sayıldığını, fakat her kelimenin kelamdan mâ’dud olamayacağını, zira; kelamın sırf işitme yoluyla ittila’ olunabilinenlere ıtlak olunduğunu, kelimenin ise, işitme ile birlikte, ayrıca; görme ve his ile temas yoluyla da muttali olunabilen şeyleri de kapsadığını, onun için her kelamın kelimeye (işitme veçhiyle ve kanalıyla) dahil bulunduğunu, böylece öğrenmiş bulunuyoruz!…)
“De ki: Rabbimin ‘kelimeleri’ için deniz mürekkep olsa ve yardım için o kadar da getirsek, Rabbimin ‘kelimeleri’ tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi!” [Kehf(18): 109]; “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın ‘kelimeleri’ yazmakla tükenmez; şüphe yok ki Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” [Lokman(31): 27] Ayet-i kerimelerinde geçen kelimeler, mutazammın bulunduğu tekvinî, teşriî, itibarî ve hakikî, ilmî ve fiilî tüm anlamları (vücûd-varlık.. amel-hareket.. ve his-ses-söz ve etki.. olarak) topyekün ifade etmektedir…
Bu nokta-i nazardan baktığımız takdirde; “İman edip, sâlih amellerde bulunanlar, Rabblerinin izniyle altından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere konulacaklardır. Orada birbirlerine tahiyyeleri, ‘selam!’dır.” (İbrahim: 23) Ayet-i kerimesini takiben gelen kelime-i tayyibe ve Şecere-i Tayyibe ayetlerine atf-ı nazar edersek, daha net ve kesin bir sonuca ulaşmış oluruz:
“Görmedin mi Allah nasıl bir mesel getirdi?; bir ‘Kelime-i Tayyibe’ (hoş-temiz ve güzel bir kelime), bir ‘Şecere-i Tayyibe’ (temiz-hoş ve güzel bir ağaç) gibidir ki, onun kökü sabit, dal(lar)ı ise göktedir!;. Rabbinin izniyle o, her zaman yemişini verir. Allah, olur ki tezekkür ederler diye, insanlara böyle misaller getirir!” (İbrahim: 24-25);
Bu ayet-i kerimelerde, birbirine misal verilen ve teşbih edilen iki terim göze çarpmaktadır: 1-) Kelime-i Tayyibe.. 2-) Şecere-i Tayyibe… Kelime-i Tayyibe, müfessirlerce “kelime-i tevhid, amel-i sâlih-takva, Şeriat-ı İslamîyye, Din-i İslam, Nur-u Muhammedî (as), Kur’an-ı Kerim, Ehl-i Beyt-i Resul (as) diye.. tefsir edilmiştir. Ki; bunların tamamı, mana ve mahiyet olarak aynı anlamda oldukları, hatta birbirlerinin müradifleri oldukları, ehli olan herkesçe (kesinkes) bilinmektedir!.. Binaenaleyh; bir tevcihe yönelik tefsir, diğerleriyle tearuzu değil, tetabuku istilzam etmektedir..; Ancak, bazı karineler bir tevcihe olan temâyülü, daha ağırlıklı olarak ve evleviyet kaidesi mucibince ön plana alabilir, o kadar!…
Bu tavzihattan sonra, ma’lum ola ki; kelime, hem sem’ hem de basar yoluyla ittila’ olunulan şeydir. ‘Kelime-i tevhid, Kur’an-ı Kerim, Şeriat-ı İslamîyye’ ise., sırf sem’ (işitme-telaffuz) ile bilinen hakikatlardır. Bunlar da kelimedir ama, kelime bunlarla sınırlı değildir, yani, basar (görme) yoluyla bilinen şeyleri-hakikatları da kapsamaktadır. Onun için de, kelime‘yi her iki vechesiyle birlikte ele almak gerekir: 1-) Sırf sem’ (işitme) yoluyla gelen-bilinen hakikat. Ki; buna rahatlıkla Kur’an-ı Kerim diyebiliriz… 2-) Mücessem olan ve Basar (görme-müşahede) yoluyla bilinen ve hakikatine muttali olunabilinen müşahhas varlıktır. Ki, bu da; Şecere-i Tayyibe olarak, birinci anlamla ve gerçekle (Kur’an-ı Kerim’le) teşbih edilmiş bulunmaktadır…
Böylece; Kelime-i Tayyibe: Kur’an-ı Kerim ile teşbihini ihtiva etmektedir. Şecere-i Tayyibe olan bu teşbih, Resul-ü Ekrem (sav) tarafından, dünyevî-kürevî ve zulmanî âlemde Hurma Ağacı diye (muhataplarının o günkü ve o anki seviyesine göre-yüzeysel olarak) nitelendirilmiş, gerçek anlamını Ehl-i Beyti‘nin öncülüğünü yaptığı Rasihun olan zevatın basiretine ve tedricen intibaklarına bırakılmıştır. (Nitekim, o zamanlarda, ‘Dünya neyin üzerindedir?’ diye vârid olan suale karşı, Resul-ü Ekrem (sav): “Ales’sevri ve’l-hut!” (Dünya, balığın ve öküzün üzerindedir!’ diye cevap vermekle yetinmiştir. Bunun daha pek çok örnekleri mevcuttur, konumuzun aydınlanması için bu misal kâfidir…)…
Âlem-i zulmet ve kesafette, Hurma Ağacı vb.. olarak getirilen teşbih ve temsilin, İslam ve Kur’an’ı ifade eden hakikat-ı insanîyye âlemindeki tecessümü vardır ki; aslolan da budur! Ve, Kur’an’ın hedefi ve hitap alanı, zaten tamamen bu eksendedir; dünyevî ve kesif eşyadan ve tezâhürlerinden, sadece bu ulvî ve İlâhî hedefe ve maksada kapı aralamak ve irtibatı sağlamak içindir…
Şimdi; mezkür (İbrahim: 24.) ayette geçen Kelime-i Tayyibe‘ye temsil ve teşbih kılınan Şecere-i Tayyibe‘nin Ehl-i beyt olduğu.. tevcihinin, evleviyet arz ettiği hususuna ve onun delil ve karinelerinin bir kısmına geçebiliriz:
1-) Az evvel belirttiğimiz veçhiyle; Kelime-i Tayyibe‘nin iki taallukatı ve tecelliyâtı vardır: a-) Sem’ (işitme) yönüyle., b-) Basar (görme) yönüyle.. Biri; kelamı, diğeri; amel-i ef’ali, diğer ta’birle biri; mücerred, diğeri ise; müşahhas-miicessem olanı temsil eder. Birinci şıkkı; Kur’an-ı Kerim, ikinci şıkkı ise; Ehl-i Beyt ifade etmektedir. Ki bu; Şecere-i Mübareke diye tesmiye edilmiştir… Şecere-i Mübareke‘nin Ehl-i Beyt (as) olduğunun bu ayetteki karinesi ise; Kur’an-ı Kerim’e emsâl-benzer ve ona yakın derecede bir değere sahib olmasının göz önünde bulundurulması, gibi.. tayyib ve ürün vermesi.. ifadeleriyle tavsif edilmesidir… Takdir edilir ki; sırf mideye hitab eden ve sadece beşerî vechesi (bu nokta-i nazardan) bulunan bir ağacın Yüce Kelamullah‘a benzer ve emsâl olamayacağı açıktır! (Ona götüren bir delil olması, ayrı!..)…
2-) Mezkûr Kelime-i Tayyibe ve Şecere-i Tayyibe ayetinin sibakı olan ve bu ayete de açıklık kazandıran; “İman edip de sâlih amelde bulunanlar…” (İbrahim: 23) ayeti, mücerred (iman) ile müşahhas (amel ve pratik) olanı, -pek çok ayetlerde de olduğu gibi- ihtiva etmektedir. Ki; biri, kelime-i tevhidi ve İlâhî vahyi yani Kur’an-ı Kerim‘i ifade etmekte, diğeri ise; onun, yani tevhidin ve Kur’an’ın canlı ve müşahhas timsâli olan Ehl-i Beyt‘i keza, göstermektedir. Zira Kur’an ile emsâl olabilecek bir derecede ve vüs’atte, tek câmia Ehl-i Beyt ve onların etbaı olduğu-olacağı izahtan varestedir…
3-) Mezkûr ayet-i kerimede geçen tayyib; pak-temiz anlamında bir hoş-güzel-iyi’yi ifade etmektedir. Zira; bu ayetin siyâkı olan ve zıddı durumunda bulunan ‘kelime-şecere’ler için, habis yani pis ta’biri kullanılmıştır. Bu da, buradaki tayyibe‘nin, pak ve temizliğiyle iyi ve güzel olduğu anlaşılmaktadır. Ki, bu da; Kur’an-ı Kerim ve Ehl-i Beyt hakkında kullanılan bir terimdir. Zira; “Hiç şüphesiz o, bir Kur’an-ı Kerim’dir. Bir ‘kitab-ı meknun’ (korunmuş-saklanmış bir kitab)da (yazılı)dır. Ona; ‘mutahhar’ (temizlenmiş ve arınmış) olanlardan başkası dokunamaz! (veya dokunmasın!) (Zira o:) Âlemlerin Rabbinden indirilmedir:” [Vâkıâ(56): 77-80]; “O Kur’an ‘mükerrem’ (şerefli) sahifelerdedir. Yüceltilmiş, ‘mutahhar’ (tertemiz) kılınmıştır. Kâtiplerin elleri ile.. (yazılmıştır. Ki onlar) oldukça üstün değerli (ehl-i kiram), iyilik ve dürüstlük sembolüdür!” [Abese(80): 13-16] Ayet-i kerimeleri, Kur’an-ı Kerim’in bu özelliğine (pak ve temizliğine, ‘tahir ve mutahhar’ oluşuna) dikkat çekerken; “… Ey Ehl-i Beyt! Muhakkak ki Allah, sizden ‘ricsi’ (kiri) gidermek ve sizi bir tathir (temizlik) ile ‘mutahhar’ (temizlenmiş) kılmak istiyor!” [Ahzab(33): 33] Ayet-i kerimesi ise, Ehl-i Beyt‘in, Kur’an’la emsâl-benzer olan pak-temiz özelliğini ve vasfını beyan etmektedir..
Bu da Kelime-i Tayyibe‘nin emsâli ve mücessem timsâli olan Şecere-i Tayyibe‘nin Ehl-i Beyt olduğunu göstermektedir. (Yeri gelmişken, şu parantezi de açalım: “… Ona (Kur’an’a) mutahhar (temizlenmiş) olanlardan başkası dokunamaz! (veya dokunmasın!)!” [Vâkıâ(56): 79] Ayet-i kerimesi dahi, Ehl-i Beyt ile ilgilidir, en azından ilgisiz değildir. Zira; a-) Buradaki Kur’an-ı Kerim, müfessirlerce tervic edilenin aksine, Levh-i Mahfuz’da bulunan değil, mevcut tenzil olunmuş, Yüce Resul (as) ve eshab tarafından kalblere-akıllara-fiillere-dillere ve eşyalara yazılmış bulunan korunmuş kitaptır. Ki; “Hiç şüphesiz zikri (Kur’an’ı) biz indirdik, biz! Onun koruyucuları da gerçekten biziz!” (Hicr: 9) ayeti bunu natık bulunmaktadır, b-) İllel’mutahhârun ile de, en azından Ehl-i Beyt‘e güçlü bir işareti vardır. Zira; onların tahir-mutahhar olduğu [Ahzab(33): 33]‘te tasrih edilmiştir, c-) La Yemessühü İllel’mutahhârun! ifadesi, iki türlü anlamı ihtiva etmektedir: 1) La, nefy için olunca; “Temiz ve pak olanlardan başkası ona el süremez, yani, onun hükümlerini kâmilen anlayamaz ve kâmilen tertemiz olarak onu uygulayamazlar! Temiz ve Kur’an’a ‘emsal’ olan ‘Ehl-i Beyt’ten başkaları ona (Kur’an’a) elini sürüp onun hükümlerini kendi başlarına anlamaya veya uygulamaya kalkışırlarsa, yüzüne-gözüne sürer ve Kur’an’m net, katışıksız hükümlerini karmakarışık hale korlar. Ki, buna ‘Kur’an’ın anlam yönüyle tahrif edilmesi’ diyebiliriz!.” 2) La, nehy için olunca da; “… Kur’an gibi pak ve temiz olan ‘Ehl-i Beyt’ten ve etbaından başkaları, Kur’an’dan; kendi başlarına hüküm çıkarmaya ve ona dokunup da onun hükümlerini tatbik etmeye kalkışmasınlar. Zira; buna ne hakları, ne yetkileri, ne de nezâhet-i rûhiye ve manevîyeleri vardır!…” Ve hakezâ… Tarihen de, bunun ne kadar gerçek olduğu bil-fiil isbatlanmıştır!.. Ve’s-selam…):…
4-) Sure-i Kevser‘deki kevser kelimesi de Şecere-i Tayyibe‘nin Ehl-i Beyt olduğunu te’yid ve te’kid etmektedir. Zira; “… Şecere-i Tayyibe gibidir. Ki, onun kökü sabit, dal(lar)ı ise göktedir; Rabbinin izniyle yemişini (ürününü) her zaman verir…” (İbrahim: 24-25) ayetinde geçen kökü sabit, dalları gökte (yükseklerde) ve her zaman yemişini (ürününü) verir! kelimelerinin tam karşılığının (fazlasıyla) kevser kelimesinde olduğunu, nesil yönünden aynı mahiyeti taşıdığını daha evvel görmüştük… (Bkz. Mukaddime, 17′nolu dipnot)
Ayrıca; Kevser suresinde geçen hüvel ebter (ebter, soyıı-sopu kopuk, köksüz-ürünsüz-nesli ve meyvesi kesik, olan o’dur!) kelimesi de tam anlamıyla, Kelime-i Tayyibe ve Şecere-i Tayyibe‘nin zıddı ve muhalifı-hasmı olan Kelime-i Habise ve Şecere-i Habise‘ye tam tamına tekâbül etmektedir. Ki o da; “Kelime-i Habise’nin meseli ise, Şecere-i Habise gibidir. Ki onun kökü, yerin üstünden ‘koparılmış’, kararı (yeryüzünde durma ve tutunma imkanı) kalmamıştır!” (İbrahim: 26); Ayet-i kerimesidir. Ki; Resul-ü Ekrem (sav)’e ebter diyen Ben-i Ümeyye‘yi (İsra 60. ayet-i kerimesiyle birlikte) nesli kesik ve köksüz olarak, tasrih etmiş bulunduğunu (23′nolu dipnotta) daha önce, mufassal bir tarzda izah etmiştik…
Şu halde; gerek Kevser suresi, gerekse (İbrahim: 24-25′in) siyâkı olan mezkür (İbrahim: 26′ncı) ayeti de, kezâ Şecere-i Tayyibe‘nin Ehl-i Beyt olduğunu açıkça tasrih etmiş bulunmaktadır.
5-) Kelime-i Tayyibe: Sem‘ (işitme-duyum) yönüyle Kur’an-ı Kerim’i; basar (görme-hissetme) yönüyle de (Şecere-i Tayyibe olarak) Ehl-i Beyt’i ifade ettiğini, birinin; okunan, diğerinin de; yaşayan-canlı Kur’an-ı Kerim olduğunu söylemiştik. İşte; şu kesin-kat’i ve tevatür gücüne sahib olan hadis-i şerif, bunu açıkça tasrih etmektedir:
“Size baha biçilmez iki ağır emanet (Sekaleyn). bırakıyorum. Ki, bunlara sarıldığınız müddetçe, benden sonra asla ‘dalalete’ düşmeyeceksiniz. Bunların ikisi de, birbirinden büyüktürler. Bunların biri: Gökten yere uzanan bir ip olan ‘Kitabullah’ (Kur’an-ı Kerim); diğeri ise, benim ‘ıtretim’ ve ‘Ehl-i Beyt’imdir. Bu ikisi (Kur’an ve Ehl-i Beyt) havuz başında bana kavuşuncaya kadar asla birbirlerinden ayrılmayacaklardır. (Onun için) Bunlar hakkında, bana nasıl ‘halef’ olacağınıza dikkat edin!” (Müslim: 10/252; Tirmizî: 6/313-316; Müsned: 3/14; ve, Mukaddime, 29′nolu dipnot..);
Resulullah (Sallallahü aleyhi Ve Alihi Vesellem) Efendimizin bu hadis-i şerifleri, konuyu daha açık ve daha net bir şekilde ortaya koymuş bulunmaktadır. Ki; dikkat edilirse, iki ağır şey, iki kıymetli ve iki temiz-pak şey anlamındadır. Yani, manevî ve İlâhî ağırlık demektir. Ahzab 33′ile; Vâkıâ 79 ve Abese 14′te geçen yutahhireküm tathiren/ mutahharün ve mutahhareh lafızları (ki, biriyle Ehl-i Beyt; diğeriyle Kur’an-ı Kerim tebyin edilmiştir.) ve; mutahhareyn (iki temizlenmiş ve paklanmış) dahi, sekaleyn (iki ağırlık-iki ağır ve değerli şey) ile imtizaç ve ittihad etmiş olmaktadır. Aynı şey (mana ve mahiyet birliği yanında, lafız birliği cihetiyle de); Kelime-i Tayyibe ile Şecere-i Tayyibe için dahi söz konusu olmakta, Kur’an ile Ehl-i Beyt’i ifade eden, bu emsal, sıfat ve terkibler tayyibeteyn (iki pak-hoş-güzel ve temiz..) olmaktadır ki, kelime ile Kur’an, şecere ile de Ehl-i Beyt anlaşılmış bulunmaktadır…
Hülâsa olarak; kelime-i tayyibenin teşbih kılındığı ve müşâhhaslaştırıldığı şecere-i Tayyibe, canlı ve yaşayan Kur’an olan Ehl-i Beyt‘i ifade ederken, kelime-i tayyibenin kendisi dahi, okunan ve telaffuz edilen Kur’an-ı Kerim‘i ifade etmekte, aynı zamanda da Ehl-i Beyt‘i (Şecere-i Tayyibe’yi) kendi mahiyetinde ve zımmında barındırmaktadır. Buna göre, Kur’an-ı Kerim; mücerred İlâhî bir kelime, Ehl-i Beyt ise; müşahhas ve mücessem İlâhî bir kelimedir. Kur’an-ı Kerim, şu kâinat kitabını, İlâhî bir sarih ve tercüman olarak okuyup, insanlık âlemini uluhiyet ve rububiyet nurunun tecellisiyle vecde ve cûş-u hûruşa getirirken, Ehl-i Beyt de canlı bir Kur’an olarak, en küçük bir inhirafa mahal bırakmayacak bir netlikle, o yüce İlâhî nurun ubudiyet tecellisinin bir mazharı ve ayinesi olarak, insanlık âlemini sırat-ı müstakime ve rah-ı hidayete îsâle vesile misyonunu deruhte eden hidayet imamları olarak görülmektedir, ve’s-selam!…
KELAM İLE ALÂKALI BİR MESELE:
Halk-ı Kur’an Meselesi
Bilindiği üzere, kelam; mütekellim olan Allah-u Teâla (cc)’nın selbî sıfatlarındandır. Sıfat ile mevsuf, isim ile müsemmanın mâbeynindeki ilgi ve ilişkinin İlâhî esrarından dolayı da, Kelamullah olan Kur’an-ı Kerim’in kadim, ya da hadis oluşu, bunun da mahluk olup-olmadığı tartışmalarını doğurmuş, bu tartışmalar gittikçe başka konuları da kapsayarak, İlm-i Kelam diye (cedelci) bir ilim dalının doğmasına sebep olmuştur…
Biz burada, konuyu tartışmayacak, sadece konumuzla alâkalı olan yönünü, sahifelerimizin istiâb hacmiyle mütenâsib nisbette sözkonusu etmekle iktifa edeceğiz, inşaallah…
Kur’an-ı Kerim’in Kelamullah sıfatının iki vech-i taalluku vardır. Biri: Kelam-ı Nefsi denen ve doğrudan doğruya Allah-u Teâla (cc)’nın ezelî kelam sıfatının mazmununda ezelen bulunma vechi. Ki, bu vechiyle, Kelam-ı Zatiyye hükmündedir; onun için de, hadis ve mahluk olamaz!…
Diğeri ise; Tecelli-i Sıfat ve Esma-i İlâhî olarak, vücûd âlemine çıkışı.. Ki bu cihetin dahi iki taalluku vardır: a-) Bir vücûd-i emr‘i olarak, âlem-i nur ve melekutta tezahür edişi., b-) Bir vücûd-i itibarî ve hükmî olarak, âlem-i mülk ve şehadette görülmesi… Bunların kısaca tahliline gelirsek:
1-) Âlem-i Emr‘de bulunan varlıkları, cisim-cismanî ve hacimli olmayan, miktar-kesafet ve bu’diyetten beri olan lâtif ve nuranî bir mâhiyeti hâiz bulunmaktadırlar. Ruh gibi… “Sana ruhu sorarlar, de ki: Ruh, Rabbinin emrindendir”. (Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir”. (İsra: 85) Ayet-i kerimesi bunu ifade etmektedir…
2-) Âlem-i Mülk’te bulunan varlıklar ise, mücessem ve müşahhas özelliktedirler. Kesif-hacimli ve sınırlı olmalarıyla da, bir kayıt ve hüküm tahtında bulunma zorunluluğu içindedirler. Bundan dolayı da, âlem-i emrden ışıklarını-hayatiyetlerini almakta, vücûd ve hareket kökleri, sevk-i idareleri âlem-i emre dayanmaktadır. İlâhî emrden üflenen ruh ile kelimeler oluşmakta, emrden gelen Ol! fermanı ile varlıklar vücûd bulmaktadır: “İşte böylece sana ‘emr’imizden bir ruh vahyettik,..” (Şûra: 52); “Onu düzenlediğim ve ‘ruhum’dan nefhettiğim (üflediğim) zaman…” (Hicr: 29; Sad: 72); “…Biz ona ruhumuzdan üfledik! Onu ve oğlunu âlemler için bir ayet kıldık!” (Meryem: 91); “… Böylece biz, ona ruhumuzdan üfledik. O da, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti ve o ‘kanıtin’ olanlardan idi!” (Tahrim: 12);…
“Hani melekler, dedi ki: Ey Meryem! Muhakkak ki Allah, kendinden bir ‘kelime’yi sana müjdelemektedir. Ki onun adı, Meryem oğlu İsa Mesih’tir…” [Al-i İmran(3): 45]; “… Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın Resulü ve ‘kelime’sidir. Onu (‘Kün!’ emrini) Meryem’e ilka etmiştir ve O’ndan bir ruhtur…” [Nisa(4): 171].. Ayet-i kerimeleriyle; Emr’den vahyedilen bir ruh, Kur’an-ı Kerim olarak İlâhî bir kelime ve kelam saha-i vücûda çıkıyor (Şûra: 52); İlâhî emrden olan Ruh (İsra: 85), negatif bir varlığa üflendiğinde de, insan denen eşref-i mahlukat, âlem-i mülke teşrif ediyor. (Hicr: 29; Sad: 72); Bu varlık da, kezâ (tıpkı Kur’an gibi) İlâhî bir kelime olarak vücûd buluyor. (Al-i İmran: 45; Nisa: 171) Ki, böylece; sem’ (işitme) ile ittila peyda edilen kelam-ı İlâhî olan Kur’an-ı Kerim ile, (sem’ ile birlikte) basar (görme) yoluyla muttali olunan bir kelime, dolayısıyla kelam (zira; her kelam, aynı zamanda da bir kelime’dir) olan insan, mesela İsa (as), İlâhî emrden olan ruh platformunda birleşmiş oluyor. (Şûra: 52 ile, Nisa: 171). Bununla, gerçek insanın (mesela, Enbiya ve Eimme’nin), birer Canlı Kur’an oldukları tezahür ediyor…
Âlem-i mülk ve şehâdete İlâhî kelam olarak vahyedilmeden evvel, Kur’an-ı Kerim; Emr âleminde lâtif-nurânî ve rûhânî bir vücûd olarak, Levh-i Mahfuz denen İlâhî levhalarda yazılı bulunmaktaydı: “Doğrusu o çok şerefli (mecid) bir Kur’an’dır, bir Levh-i Mahfuz’dadır.” [Burûc(85): 21-22]; “O (Kur’an) mükerrem sahifelerdedir. Yüceltilmiş, tertemiz kılınmıştır. Kâtiplerin elleriyle (yazılmıştır. Ki onlar) çok kerim ve iyilik-dürüstlük timsâlidirler!” [Abese(SO): 13-16]; “Hiç şüphesiz bu bir Kur’an-ı Kerim’dir. Korunmuş bir kitapta (yazılı)dır. Ona, temizlenmiş-arınmış olanlardan başkası dokunamaz!. (Zira O,) Âlemlerin Rabbinden indirilmedir!” [Vâkıâ(56): 77-80];..
Şu halde, Kur’an-ı Kerim; kelam-ı nefsi‘den, âlem-i emre intikal ettirilmiş, Levh-i Mahfuz‘a kaydettirilmiş, oradan da, İlâhî emrden bir ruh olarak Leyle-i Kadr‘de [Kadr(97): 1-2] semâ-i dünyaya inzal edilmiş, sonra da mübarek bir Ramazan ayından başlanmak üzere, peyderpey indirilmiştir. (Bakara: 185);.. Böylece Kur’an-ı Kerim, duyulan ve gereğiyle amel edilen bir varlık olarak tecelli ve tezâhür etmiştir…
Tüm insanoğlunun zürriyetleri de sırtlarından ahz edilerek, âlem-i emrde siğaya çekilmiş, ahd alınmış ve ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ İlâhî hitabına karşı ‘Bela!’ cevabıyla kendilerine şahidlikleri tescil edilmiş (A’raf: 172;..), bu nefsî-bedenî varlığı, yine emrden olan ruh ile üflenerek [Secde(32): 9] âlem-i mülk ve şehâdete, zî-şuur bir kelime ve varlık olarak gönderilmiştir. Böylece; Kur’an ile insan arasında, emr âleminden melekût âlemine ve oradan da mülk (dünya) âlemine gelinceye kadar.. geçen Serencam-ı hayatlarında (ta’bir caiz ise) bir tenâsüb-temâsül, hatta bir paralellik müşahede edilmektedir. Ve bunu, Tecelli-i Esma ve Sıfat-ı Sübhaniyye’ye kadar da çıkarabiliriz… (Konumuz o olmadığından, sarf-ı nazar ediyoruz…).
Bu serdedilen gerçeklerden her ikisi de “İlâhî rahmet, hidayet ve imam…” olarak nitelendirilen (örnek olarak; A’raf: 52; Hûd: 17: Yûsuf: 111; Nemi: 77; Enbiya: 73,107;…); biri Kelamullah, diğeri de Halifetullah olan; ve her ikisi de İlâhî bir kelime, bir ruh ve İlâhî emrin vahy-i nefhiyle âlem-i mülkte ilâhî misyonlarını icrâ eden.. Kur’an-ı Kerim ile insan, aynı İlâhî tecelliye ve tezahüre mazhar bulunmaktadır. Yani, her ikisi de aynı hükme tabidir. Ki; yaratılmış olmak, bunun sadece cüz’î bir tecellisidir…
Kur’an-ı Kerim‘in, Levh-i Mahfûz’da yazılı ve mahfuz bulunması; temiz olanların ona temas edebilmesi; okunan ve duyulan bir kelam olması; aşamalı olarak, gerek topyekün ve gerekse peyderpey indirilmiş olması; İlâhî bir ruh, rahmet ve hidayet olması; uygulanabilecek şekilde pratikleşebilmesi; fesahat-belağat ve meanî gibi.. arazî vasıflarla mevsuf bulunması; varlıklardan varlıklara intikal edilebilmesi.. gibi tüm vasıf ve özellikler, mahlukiyetin ve mec’uliyetin temel unsurlarındandır… Hem de; kâinat kitab-ı kebirinin İlâhî bir tercümanı ve terennümüdür. Ki, bu da; mahluk oluşunun ayrı ve önemli bir tecelliyâtıdır. Âlem-i mülk ve halktaki durumu, bu olan Kur’an-ı Kerim; âlem-i emr ve melekûtte iken bile, mahluk ve mec’ul bir mahiyette ve keyfiyette bulunmak durumundadır. Zira; halik veya mahluk olmak şıkkından başka bir varlık asla sözkonusu olamaz!… Ve; emr dairesi ile meleküt âlemi dahi, tamamen, İlâhî halk ve ca’lin hükmü ve tecellisi altında bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in dahi, mezkür âlemlerde yazılı, kayıtlı ve mahfuz durumda İlâhî bir nur-rûh-emr ve tecelli olarak, mahluk ve mec’ül bir durumda bulunduğunu, yine kendisi (Vâkıâ: 77-80; Abese: 13-16; Burûc: 21-22; ayetleriyle) tasrih ve tebyin etmektedir…
“…Haberiniz olsun ki: ‘Halk’ (yaratmak) da O’na aittir, ‘Emr’ (şe’n her türlü iş-fonksiyon ve cereyan..) dahi O’na aittir!; Âlemlerin Rabbi olan Allah’a tebrikler!!!.” (A’raf: 54);
“…Allah, (bilâ-istisna) herşeyin Halık’ıdır!…” (En’am: 102; Ra’d: 16; Zümer: 62; Mü’min/Ğafır: 62; vb…);
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, zulümatı ve ‘nuru’ vareden (ca’l kılan) Allah’adır!…” (En’am: 1);.. gibi nice ayet-i kerimeler, her türlü halk (yaratılış) ve emrin (şe’n, iş-söz, fonksiyon, hareket ve cereyanın..vb.), Allah’ın (mâdûnu ve gayri olup) masnûatı ve O’na ait varlıklar olduğunu, nur-rûh gibi lâtif ve nurânî varlıklar-haysiyetler-mahiyetler dahil, herşeyin mutlak olarak yaratılmış ve var kılınmış bulunduğunu açıkça ifade etmektedir. Zaten, hiçbir akl-ı selim sahibi bir insanın, değil bunun tartışılmasını, tahayyül edilmesini bile tecviz etmesi, asla mümkün değildir!…
Kur’an-ı Kerim’in, âlem-i emre ve hükme, âlem-i ğayb ve şehadete zûhur ve tecelli öncesi, Zat-ı İlâhî’de Kelam-ı Nefsi olarak muzmer bulunması, onun (Kur’an’ın bilinen anlamıyla) kadîm olmasını ve dolayısıyla da mahluk olmayışını istilzam etmez. Zira; bu nokta-i nazardan, başta insan olarak, (bilâ-istisna) tüm varlıklar ve tecelliler dahi, zûhur ve tecelli öncesi, Zat-ı İlâhî’de birer emr-i nefs ve kuvve olarak bulunup, tecelli sonrası birer varlık ve fonksiyon olarak saha-i âleme ve vücûda çıkmış bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim, bir tekellüm-ü İlâhî olarak tecelli etmiştir. İnsan ve sair mahlûkat ve masnûat ise, birer efal-i İlâhî olarak tezahür etmiştir. Kur’an-ı Kerim, İlâhî kelam sıfatının tecellisidir. Sair varlıklar da ayrı ayrı İlâhî sıfatların mazharı ve tecellisidir. Ki, örneğin insan; ‘kelam, hayy, kayyum, sem’i-basir, alim, şehid-şahid, mü’min..’ gibi sıfat ve isimlerin, hatta bütün Esma-i İlâhîyyenin bir ayine-i camiî ve tecellisi durumundadır. Bununla beraber, yine de kadîm değil hadistir ve tüm ef’al ve etvarıyla beraber mahluktur. Evet; “Şüphesiz sizi de amellerinizi de Allah yaratmıştır!” (Saffat: 96) “Onları siz öldürmediniz ve lâkin, onları Allah öldürdü! Ve attığın zaman, yine sen atmadın; ama Allah attı! (Allah,) mü’minleri, kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için.. (böyle yaptı!)! Allah Semi’dir, Alim’dir.“ (Enfal: 17);.. gibi ayet-i kerimelerin nâtık bulunduğu bu konu, çok derin ve geniş olan kader konusunu, kısmen de Vahdet’üş-Şühud ve Vahdet’ül Vücûd meselesini dahi tedai ettirecektir…
“Allah, göklerin ve yerin ‘nuru’dur!!!…” (Nur: 35) Ayet-i kerimesinde, kendisini bizzat nur diye tavsif eden Allah-u Teâla (cc); “Hamd, gökleri ve yeri ‘halk’ eden, zulümatı ve ‘nuru’ ‘ca’l’ (var) eden Allah’adır!…” (En’am: 1) Ayetiyle de, Yüce Zat-ı Kibriyasını, nurun ca’ili-var edicisi ve yaratıcısı olarak vasıflandırmaktadır. Ve yine; “Derken oraya geldiğinde, o mübarek yerdeki vadi’nin sağ yanında bulunan bir ağaçtan; ‘Ey Mûsa! Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabbi benim! diye, seslenildi.” (Kasas: 30; yaklaşık olarak; Tâ-hâ: 11-14) Ayet-i kerimeleri de, Allah-u Teâla (cc)’nın, tecelli ettiği bir ağaç vasıtasıyla Hazret-i Mûsa’ya (as) hitab ettiğini, Zat-ı Kibriyasım tanıttığını ve ona emirler verdiğini açıkça ifade etmektedir. Ki; “Bütün eşyanın, ‘efal-i İlâhî’ olduğu., diğer ta’birle; kâinatın, esma-i İlâhîyyenin bir ayinesi, tecellisi ve zuhuru olduğu.. Bundan dolayı da, tüm mahlukatın ‘izafi varlıklar’ durumunda bulunduğu.. Gerçek-tek ve mutlak varlık olarak, Allah’tan başka bir varlığın olamayacağı…” diye özetlenen irfanî, kısmen de kelamî ve felsefî İslamî akımlar, bu vahyî nurdan ve kaynaktan lemeân etmiş bulunmaktadır…
“Tüm varlıkların ‘efal-i İlâhî’ olması ve ‘Esma-i İlâhîyye’nin tezahürü durumunda bulunması; ve bu anlamıyla da ‘esma’ ile müsemmanın, fiil, hatta ‘mef’ul’ ile ‘fail’in aynı (mı, gayri mi?) olması; mutlak ve Vacib’ul-Vücûd’un bir ve tek olup, diğer varlıkların tamamen ‘gölge ve izafi’ durumda bulunması…” gibi kaziyeler, Vahdet’üş-Şühud ve Vahdet-ül-Vücüd nazariyelerinin temel dinamiklerini ve unsurlarını oluşturmaktadır. Ki, çok derin ve geniş, hem de konumuz dışında olduğundan dolayı, bu kadarıyla iktifa ederek, konuyu noktalıyoruz…
[2] İhkak’ul-Hak: 9/378; Es-Savâik’ul-Muhrika’dan naklen, El-Müracaat: 68.